Kategoriler
Kitap

Esrâr-ı Cinâyât – Ahmet Mithat Efendi

Ahmet Mithat Efendi’nin 1884 yılında yazdığı Esrâr-ı Cinâyât, edebiyatımızın ilk polisiye romanı olmasının yanı sıra, dönemdeki gerçek olaylara şüphe uyandıran bakışıyla da dikkat çekici bir yapıt…

Değerlendirme: 3.5 / 5.

Ahmet Mithat Efendi’nin 1884 yılında kaleme aldığı Esrâr-ı Cinâyât, Türk Edebiyatının ilk polisiye romanıdır. Whodunit (kim yaptı?) tarzı 1930’larda kavramsallaştırılmış olsa da, bu türde polisiyenin klasik bir örneği olduğu söylenebilir. Romanın baş karakteri Müstantik [1] Osman Sabri Efendi, birer ay arayla işlenen iki cinayetin faillerini soruşturur. Çalışma arkadaşı Hafiye Köse Necmi de bu soruşturmalarda ona yardımcı olur. Roman, yalnızca dedektiflerin sorgulamalarını aktarmakla kalmaz. İstanbul’da işlenen iki cinayetin basına yansımalarını ve halk üzerindeki etkilerini de aktarır. Bu aktarımı yaparken de okuyucuya döneme dair çok gerçekçi bir bakış sunar. İstanbul’un mülki idaresine, halkın devlet görevlileri ile olan ilişkilerine ve olayların halk üzerindeki etkilerine dair aydınlatıcı bir eserdir.

Olaylar, İstanbul Boğazı’ndan Karadeniz’e çıkışta bulunan Öreke Taşı isimli bir kayalıkta işlenen cinayetle başlar. İnsanların kayıklarla mehtabiye [2] yapmak için geldiği bu kayalıkta üç maktulün cesedi bulunur. Cesetler, genç bir kız ve yabancı uyruklu iki erkeğe aittir. Cesetlerim kim olduklarının tespit edilememesi üzerine, Osman Sabri Efendi bu cinayetleri araştırmaya başlar. Bu esnada cinayetler ve araştırmaları gazetelere de yansımaktadır. Osman Sabri Efendi, araştırmalarında Hediye Hanım isimli bir kadına doğru yönelir ancak bu yönelme, amiri olan Beyoğlu mutasarrıfı tarafından şüpheli bir şekilde engellenir.

Öreke Taşı cinayetinden bir ay sonra, Halil Sûri isimli bir Suriyeli, Beyoğlu’ndaki evinde intihar süsü verilerek öldürülür. Olay yerini inceleyen Osman Sabri Bey, bu cinayetin Öreke Taşı ile ilişkisini tespit eder. Amiri tarafından kendisine yapılan uyarılara karşın, Hafiye Necmi’nin de yardımıyla cinayetleri araştırmaya devam eder. Cinayetleri basına yansıtan gazeteci de, cinayetlerin çözülmesi için Osman Sabri Efendi’ye destek olur.

Esrâr-ı Cinâyât: Yayınlanışı ve Baskıları

Roman ilk olarak 8 Mart-28 Mayıs 1884 tarihleri arasında, Tercümân-ı Hakikat gazetesinde 66 sayıda okuyucuyla buluştu. Tefrikanın ardından, aynı yıl içerisinde gazetenin matbaasında basılarak kitap olarak da yayınlandı. 2000 yılında Türk Dil Kurumu Yayınları, Ahmet Mithat’ın Cellât ve Esrar-ı Cinayat romanlarını latin harfleriyle, bir kitapta bastı. Bu baskının hazırlığında Nuri Sağlam ve Ali Şükrü Çoruk‘un imzaları yer alıyor. Ardından, 2005 yılında Bordo Siyah Yayınları ve Emre Yayınları tarafından yayınlanan eser, 2020 yılında Karbon Kitaplar Yayınevi tarafından da yayınlandı. Tüm bu baskılar, aynı şekilde, eserin Osmanlı Türkçesindeki özgün halinin latin harfleriyle baskılarıydı.

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2018 yılında Türk Edebiyatı Klasikleri Dizisi‘ni hayata geçirdi. Eski eserlerin günümüz Türkçesine uyarlandığı dizide Ahmet Mithat Efendi’nin eserlerine de yer veriliyor. Kısaca sıralamak gerekirse, yazarın yayınlanan ilk eseri 2018 yılında Felâtun Bey İle Râkım Efendi oldu. Ardından, 2019 yılında, Dolaptan Temaşa, Şeytankaya Tılsımı ve Çingene yayınlandı. Henüz 17 Yaşında, 2020 yılında yayınlanan ilk kitabıydı. Bunun ardından, Esrâr-ı Cinâyât dizinin 51. kitabı olarak 2020 yılının Kasım ayında yayınlandı. Günümüz Türkçesine Mehmet Kanat tarafından uyarlandı.

Mecdeddin Paşa Karakteri ve Gerçek Olaylarla İlişkisi Üzerine

Romanda, Beyoğlu Mutasarrıfının ismi Mecdeddin Paşa’dır. Başlangıçta Hediye Hanım isimli bir kadını korumak için soruşturmanın genişletilmesine engel olduğunu görürüz. Daha sonra, olaylar ilerledikçe de ilişkisi olan bir kadını korumaya çalışmasından çok daha fazlası olduğunu fark ederiz. Kendisi suçlularla iş birliği yapan yozlaşmış bir kamu görevlisidir. Bir süre dirense de, olaylar açığa çıktıkça rolünün anlaşılacağını fark eder ve en sonunda İstanbul’dan kaçar…

Birçok yerde, bu karakterin dönemin Beyoğlu Mutasarrıfını yansıttığına dair bilgiler gördüm. Bu iddiaların kaynağı olarak Paul Fesch‘in Abdülhamid’in Son Günlerinde İstanbul isimli eseri gösteriliyor. Yazar eserinde, Tercüman-ı Hakikat gazetesinin, mutasarrıfa baskı oluşturmaya çalıştığını söylüyor. Bir eser ismi vermiyor ancak, eserin Esrâr-ı Cinâyât olduğu çok açık. Merak edip, buradan yola çıkarak dönemin Mutsarrıfına yönelik yaptığım araştırmalarda, karşılaştığım bilgilerin kısmen doğu olduğunu tespit ettim.

Beyoğlu Mutasarrıfı o zaman Mecdeddin Paşa isminde bir zat idi. Selefleri olan mutasarrıflardan ne daha iyi ne daha fena olmayıp “Beyoğlu Mutasarrıfı” denildiği zaman hatıra nasıl bir adam geliyorsa öyledir.

Esrâr-ı Cinâyât, Ahmet Mithat Efendi, s.15.

Her şeyden önce, Ahmet Mithat’ın karakteri Mecdeddin Paşa’nın, o dönemin Beyoğlu Mutasarrıfı Bahri Paşa‘yı yansıttığı kesin. Buna karşın romandaki olaylar ile gerçekteki olaylar aynı sonuçla bitmiyor. Bahri Paşa, kendisine yöneltilen kalpazanlık suçlamasından yargılanmış ve aklanmış. Mecceddin Paşa’nın ise, en sonunda kendisine sıra geleceğini düşünerek İstanbul’dan kaçtığını okuyoruz. Bu zıtlık bir kurgudan mı geliyor, yoksa Ahmet Mithat’ın vicdanında Bahri Paşa’nın suçlu olmasından mı şimdilik bilmiyoruz. Sonuç olarak, bu süreci daha iyi inceleyebilmek için, tefrikaların yayımlandığı tarihler ile Bahri Paşa’nın yargılanma sürecindeki belgeleri karşılaştırmak gerekir düşüncesindeyim. Tarihçilerimiz birazcık çalışırsa, ortaya ilginç olaylar çıkabilir.

1878 yılında Beyoğlu Mutasarrıflığına vekaleten gelen Bahri Paşa, bir yıl sonra bu göreve aslen atandı. 31 Ocak 1884 tarihinde ise, romandaki olayların arka planındaki bir suçla, kalpazanlık isnadı nedeniyle tutuklandı. Yargılama sonucunda, aleyhinde delil bulunmadığı için beraat etti. Beraat etmesinden iki yıl sonra da Üsküdar Mutasarrıfı olarak görevlendirildi. [3]

Esrâr-ı Cinâyât Üzerine Kısa Yorumum

Esrâr-ı Cinâyât, okuduğum altıncı Ahmet Mithat kitabıydı. Birçok eksiği olsa da, benim için yazarın tam anlamıyla “beğendim” dediğim ilk kitabı oldu. Öncelikle, edebiyatımızın ilk polisiyesi için oldukça başarılı bir yapıt olduğunu belirtmeliyim. Yalnızca bu yönüyle ele alındığında bile, polisiye sevenlerin mutlaka okuması gereken bir eser. Biraz incelemeye başladığımızda ise birçok eksi ve artıyla karşılaşıyoruz. Açıkçası düşünürken benim biraz kafam karıştı ancak artılarının eksilerine üstün geldiğinden eminim. Önemli bulduğum noktalara kısaca değinmek istiyorum.

Eser, Ahmet Mithat’ın okuduğum diğer eserlerinden çok daha farklı ve özgün bir üsluba sahipti. Gereksiz uzayan tasvirleri, bu kitapta yerini kısa ve anlatımların içerisine yedirilmişlere bırakıyor. Bununla beraber yazarın diğer eserlerinde en belirgin yönlerinden biri olan okuyucuya nasihat verme alışkanlığı da bu eserde yok denecek kadar azdı. Polisiye romanın özelliklerini çok iyi tetkik ettiği ve kendi sınırlarını aşarak yeni bir üslup kazandığı anlaşılıyor. Emile Gaboriau‘dan çevirisini yaptığı Orsival Cinayeti isimli eserin bunda rolü olduğu kesin.

Üslubun altına inip, anlatımın içerdiğine baktığımızda, salt bir cinayet araştırmasından çok fazlasını görüyoruz. Bu konulardaki düşüncelerimi üç madde içerisinde bir araya getirdim. İlk olarak, dönemin batı ekseninde değişen toplumunun olaylara ilgisini ve etkisini harika bir şekilde yansıtıyor. Gazete haberleriyle yaptığı anlatımlar oldukça güçlü ve ilgi çekici metinlerdi. İkincisi, o dönemdeki bir cinayet araştırmasının nasıl işlediğini süslü cümlelerden uzak, somut bir şekilde ortaya koyuyor. Karakterin, elindeki kısıtlı olanakları zekasıyla birleştirerek araştırmasını genişletmesine tanık oluyoruz. Üçüncüsü de, yazar her ne kadar otosansüre maruz kalarak gizlese de, yetersiz adalet sistemini ve kamu hizmetlerindeki yozlaşmayı görüyoruz.

Harika bir kurguyla üç bölüm ilerleyen roman, maalesef ki dördüncü bölümde büyük bir değişikliğe uğruyor. Polisiye okuru olarak cinayetin mantıkla çözümünü beklerken, itiraflar ile karşılaşıyoruz. Bu noktadan sonra, cinayetin nedenlerini okuduğumuz kısmen sürükleyici bir hikaye yer alıyor. Yazarın bu ani değişikliğe neden gittiğini anlamak zor. Kim bilir, belki de Bahri Paşa’nın yargılanması ile ilgilidir? Sonuçta, merak ediyorsanız, okumalısınız. Puanım: 3,5/5

Bir Cevap Yazın