İlk olarak Jules Verne’in birçok öyküsünü paylaştığı Musée des familles dergisinin Nisan ve Mayıs sayılarında yayınlanan Zacharius Usta, İsviçre’nin Cenevre kentinde, Rhone nehri üzerinde yer alan bir adada yaşamını sürdüren, ünü ülke sınırlarını aşarak Avrupa’ya yayılmış mucit bir saat ustasının öyküsünü anlatıyor. Kızı, çırağı ve yaşlı hizmetçisi ile aynı evde yaşayan bu saat ustasının kibri, “tanrı sonsuzluğı yarattıysa, ben de zamanı yarattım” diyecek kadar arttığında, yazarın aktarmak istediklerini anlatacağı olaylar dizisi de başlamış oluyor.
Verne, Cenevre’den başlayarak ustanın yaşadığı evi tarif ettiği kitabın ilk cümlelerinde, detay bazında bilgileri okuyucuya aktarmayı başardığı hiciv dolu özgün yazım dilinin inanılmaz güzel bir örneğini sergilemiş. Aynı şekilde, saat maşasının icadını ustaya atfederek de, yazdığı bir öykünün içeriğini oluşturan her konuya ne kadar hakim olduğunu küçük bir muziplikle gösteriyor. Bunların ardındansa yazarın -genel yazımının çok ötesinde- din ve bilim çatışmasını kibir kavramı üzerinden ele aldığı, hicivden ve muziplikten uzak bir öykü okuyoruz. Karşımızda bambaşka bir Jules Verne var.
İlk bakışta kibrin yol açtığı kötülükleri anlatan basit bir öykü gibi görünse de, hikayenin sonunda bunun aslında kazananı kesin bir şekilde belli edilmeyen, okuyucuyu düşüncelere sevketmesi için ustalıkla tasarlanmış bir öykü olduğunu anlıyoruz. Zira hikayemiz, basit bir şekilde düşünülebileceği gibi, dini benimseyiş ve kibirden kurtuluş ile değil, büyük bir çöküşle sona eriyor. İyilik kavramı ile özdeşleştirilen din, kötülük kavramının karşılığı olarak gösterilen kibri yok ediyor ama bu arada bilime ne olduğu sorusu ya da hikayedeki konumu tamamen cevapsız bırakılıyor. Saatler neden durmuştu ve Zacharius Usta ile saatleri arasında gerçekten bir bağ var mıydı? Bunu düşünmek okuyuya kalıyor.