Kategoriler
Film

The Queen – Kraliçe (2006)

Yönetmen koltuğunda Stephen Frears’ın oturduğu film, Prenses Diana’nın ölümünün ardından İngiliz hükumeti ve kraliyet ailesi içerisinde yaşananları tüm çıplaklığıyla anlatırken, bu trajik ölümün halkın monarşiye karşı büyük meydan okumasına nasıl dönüştüğünü ustalıkla işliyor…

Değerlendirme: 8 / 10.

1997 yılının Ağustos ayında, dünyadaki en ünlü ve en iddialı kadınlardan biri olan Prenses Diana, Paris sokaklarında feci bir araba kazasında hayatını kaybetti. Kendisini takip eden ve kazaya sebebiyet vermekle suçlanan paparazilerin, aynı zamanda onun tüm dünyada tanınmasını sağlayan haberlere imza atmaları üzücü bir ironi örneğiydi. Çünkü bu tanınma, ölümünün küresel bir şok haline gelmesine, bir medya çılgınlığına dönüşmesine ve İngiltere halkının duyduğu derin acının beklenmedik dışa vurumuna yol açtı.

Trajedinin halkta yarattığı etki, iktidar koridorlarında tamamen farklı bir şekilde hissedildi. 1 Mayıs 1997’de seçim kazanan İşçi Partisi’nin lideri Tony Blair, hükûmetini henüz kurmuştu. Prenses Diana’nın ölümü, yeni seçilen bu İngiliz Hükümeti ile Kraliyet Ailesi arasında, olayla nasıl başa çıkılacağı konusunda kapalı kapılar ardında özel bir çekişmeye dönüştü. Yönetmen koltuğunda Stephen Frears’ın oturduğu 2006 yapımı The Queen (2006), Diana’nın ölümünün ardından yaşanan bu olayları tüm çıplaklığıyla konu alıyor.

Prenses Diana çok çekişmeli bir isim. Kendisini aldatan Prens Charles’dan ayrılmasının ardından, arka planda sessizce oturmayı ve kamusal yaşamadan yok olmayı reddetmesi kraliyet ailesi için kabul edilemez bir durum olmuş. Tüm dünyanın gözü önünde, ülke ülke dolaşıp çeşitli yardım faaliyetlerinde bulunurken özel yaşamıyla da gündemden düşmemiş. Bu durum katı bir ahlaki geleneğe sahip olan kraliyet ailesini rahatsız ederken, gözlerine inen perde de Diana’nın halk için yardımsever ve güçlü bir kadın figürü haline geldiğini görmelerini engellemiş.

Kaza haberi ve hemen ardından gelen ölüm haberi tüm İngiliz halkını yasa boğmuş; insanlar sokaklara dökülüp, sarayın ve Diana’nın konutunun önüne çiçekler bırakmaya başlamış. Diana’nın halk için ne kadar önemli bir isim olduğunun farkında olan Tony Blair, hemen bir açıklama yaparak Diana’yı Halkın Prensesi olarak tanımlamış. Bunun sebebi ise Kraliçe ve ailesinin, Prens Charles’dan boşanması sebebiyle aslında onun Galler Prensesi olmadığını düşünecek kadar katı bir tutum sergilemekte olmasıymış.

Ölümü takip eden günlerde kraliyet ailesinden hiçbir açıklama yapılmaması ve ailenin Balmoral Şatosu’ndan çıkmaması halk tarafından büyük tepkiyle karşılanmış. Bu tepkinin halkın monarşiye olan bağlılığını etkileyecek açıklamar yapılmasına kadar devam etmiş. Diana’nın ölümü işte tam bu noktada trajedik bir olay olmaktan çıkıp İngiliz halkının egemenliğiyle nasıl çatıştığını anlatan bir olaya dönüşüyor ve perdenin arkasındaki bu olaylar filmde başarılı bir şekilde işleniyor.

Bir yanda durumun farkında olan ve halkın yanında pozisyon alan yenilikçi başbakan Tony Blair (Michael Sheen) varken, diğer yanda geleneksel görevlerini yerine getirmeye çalışan bir Kraliçe (Helen Mirren) var. Başbakan bir süre sonra durumun monarşiyi tehdit ettiğini fark edip kraliyete yardımcı olmaya karar verse de, katı tutum karşısında yapabilecekleri tavsiye vermekten öteye geçemiyor. Film daha çok Kraliçe’nin olayların devam etmesine karşı tutumunun değişmesiyle yön buluyor.

Film boyunca kraliçenin iki değişik kimlik arasında sürekli olarak gidip geldiğini görüyoruz. Bunlardan ilki, Kraliçe’yi çevreleyen düzenlenmiş protokolken, diğeri protokolün olmadığı, kraliyet ailesinin televizyon karşısında haberleri izlediği, ava çıktığı ve araba sürdüğü insani bir kimlik. Kraliçenin tutumunun hangi kimliğini üstlendiği esnada değiştiğini tahmin etmek pek zor olmasa gerek. Ancak bu konuyu etkileyen bir sahne üzerinde özellikle durmak istiyorum.

Filmin senaristi Peter Morgan, filme hazırlanırken Diana’nın ölümü ve halka açık cenazesi arasında geçen günlerde meydana gelen olayları kronolojik sırayla detaylı olarak hazırladığını ve senaryoyu bir sahnesi hariç bu olaylara bağlı kalarak yazdığını dile getiriyor. Bu sahne de filmde Kralçe’yi ağlarken gördüğümüz tek sahne olan, vurularak öldürülen ve kafası kesilen bir geyiği gördüğü sahneydi. Roma mitolojisinde av tanrıçası Diana’nın geyikle sembolize edildiğini düşünürsek, güzel düşünülmüş etkileyici bir detaydı.

Yaşayan bir hükümdarı canlandırmak, onun hakkında film yapmak zor bir iştir. Bu hükümdar 100 yılı aşkın bir süredir toprak bütünlüğünü korumayı başaran İngiltere’nin Kraliçesi olunca durum çok daha zor bir hal almıştır elbette. En iyi film dalında Oscar adayı olarak bunu başardığını kanıtlayan filmde, başrol oyuncusu Helen Mirren da aday olduğunu en iyi kadın oyuncu dalında Oscar ödülünü kazanarak, zor bir sınavdan geçtiğini söylediği bu filmdeki harika oyunculuğunu taçlandırmıştı.

Uzun süredir izlenecekler listemde olan filmi, konusu sebebiyle magazinsel olduğunu düşünerek izlemekten kaçınıyordum. Büyük bir keyifle izlediğimde ise ne kadar yanıldığımı anladım. The Queen, yalnızca Diana’nın ölümünü değil, bu ölümün ardından halkın monarşiye karşı olan büyük meydan okumasını anlatıyor…

Bir Cevap Yazın