Uzun yıllar önce bloğumda Bir Haftada isimli, haftalık notlarımı kısaca paylaştığım bir yazı dizim vardı. Düzenli yazmayı bıraktığımda bu seriye Kısa Kısa adını vermiş ve zaman zaman notlar paylaşmaya devam etmiştim. Bu yıl, yeniden yazmaya başlamanın verdiği istekle, bu yazı dizimi yeniden başlatmak istiyorum. Kısa Kısa 2025 yazı dizimde, her hafta günlük hayatımın içerisinden gezdiğim yerlere, izlediklerime, okuduklarıma ve dinlediklerime dair notlarımı kısa kısa paylaşacağım. Bu ilk yazım, 2024 yılının sonundan ve 2025’in ilk haftasından notlarımı içeriyor.





24 Aralık’ta, yani Hristiyanların Noel arifesinde, Atina Belediyesi’nin düzenlediği Dilek Feneri etkinliğini izlemeye gittik. Belediye binasının önünde yer alan Kotzia Meydanı’nda, insanlara biyolojik olarak çözünebilen 1500 kadar dilek feneri dağıttılar ve zamanı geldiğinde bunlar tutulan dilekler ile beraber gökyüzüne yükseldi. Çocuklar başta olmak üzere insanların heyecanına tanık olmak ve fenerlerin gökyüzünde yarattığı manzarayı izlemek oldukça keyifliydi.

Uzun süredir film izlemiyordum. Airbnb konaklamamıza gelen misafirlerimiz için aldığımız Amazon Prime ve Netflix aboneliklerimiz var ve biz de film izlemek için bu hesapları kullanıyoruz. Ancak fark ettim ki, bu iki platform beni film izlemekten oldukça uzaklaştırdı. Ne zaman bir şeyler izlemek için açsam, hiçbir şey bulamayıp kapatıyorum. Her ikisinde de nitelikli, güzel filmler bulmak artık neredeyse imkansız. Yine bir şey seçemediğimiz bir akşamda aklımıza uzun süredir MUBI kullanmadığımız geldi. MUBI’ye üye olduk ve izlediğimiz filmlerle sinemadan ne kadar uzak kaldığımızı fark ettik. İspanyol yönetmen Luis Bunuel‘in klasiklerinden Belle de Jour (1967) ve Le charme discret de la bourgeoisie (1972) uzun süre sonra izlediğim iki filmdi. İkisini de çok beğendiğimi söyleyemem ama günümüz saçmalıklarından sıyrılıp film izlemiş olmak güzel hissettirdi. İki filmden, akıcı bir şekilde ilerleyen ve burjuva eleştirisiyle gülümsetirken düşündüren Le charme discret de la bourgeoisie‘yi izlemenizi önerebilirim.

Yeni yılın ilk günlerinde genel olarak evdeydim. Yazmak için notlarımı ve fotoğraflarımı gözden geçirdim. Eski seyahatlerime dair birikmiş fotoğraflarımı Instagram’da notlar yazarak paylaşmaya çalışıyorum. Özellikle Macaristan ve Portekiz seyahatlerimden birikmiş birçok fotoğraf ve not var. Bu notların bir kısmından çıkaracağım yazıları da yine burada, bloğumda paylaşmak istiyorum. Bu yazılar geniş seyahat yazılarından ziyade, gezdiğim yerlerden seçtiğim şeylere dair olacak. İlk yazımı, Budapeşte’ye gittiğimde vakit geçirmekten çok hoşlandığım Szimpla Kert ile ilgili oldu, şuradan okuyabilirsiniz.
Cuma günü, “The End of Landspace” isimli bir grup sergisi için Kolonaki Meydanı’nda bulunan Zoumboulakis Galeri‘ye gittik. Sergide, Yunan çağdaş sanatından 16 ismin, doğa tasvirlerine odaklandığı ve iklim değişikliği, doğal afetler, turizm gibi tehditler altındaki doğanın kırılganlığını vurguladığı eserleri yer alıyordu. Vanessa Anastasopoulou‘nun Grounded, Memento Mori ve Spine isimli üç suluboya resmi sergideki az sayıdaki eserden en beğendiklerim oldu.




Cumartesi günü çağdaş Yunan resminin önemli isimlerinden biri olarak gösterilen Giannis Fokas‘ın 1985 yılından bugüne olan çeşitli eserlerinin sergilendiği bir sergi için Atina Belediye Galerisi’ne gittik. Kesyap ve sprey boya gibi çeşitli teknikler kullanarak yaptığı eserleri çok etkileyici bulmasam da, renk kompozisyonlarını genel olarak beğendim. Serginin küratörünün de öne çıkardığı eserlerinden birisi olan, Yahya’nın başını bir yaban domuzunun kesik başıyla yan yana koyarak İŞİD’e göndermede blunduğu Trophies (2015) isimli tablosu, tam anlamıyla beğendiğim tek eseriydi.






Galerinin küçük bir bölümünde, “Duyularla Seyahat” isimli bir sergi daha vardı. Bu küçük sergide, çeşitli yağlı boya tablolar kesyap tekniğiyle, farklı materyaller kullanılarak görme engelliler için yeniden yapılmıştı. Ayrıca çocukların kendi hayal güçleriyle görme engelliler için yaptığı eserler de vardı. Fikir oldukça hoş ve kalbe dokunur olsa da, sergilenen eserler derin düşünceden ve uygulamadan maalesef yoksundu.




Effi Chaliouri‘nin “Ever Given” isimli fotoğraf sergisi ise, galerinin ek binasında sürpriz olarak karşılaştığımız bir sergi oldu. Sanatçının limanlarda ve taş ocaklarında çektiği çeşitli fotoğraflarının yer aldığı sergiyi oldukça beğendim. İnsanların az sayıda olduğu bu alanların endüstriyel büyüklüğünü vurgulayan fotoğraflar, günlük hayatımızda fark etmesek de aslında onlarla ne kadar bağlantılı olduğumuzu düşündürüyordu. Bu anlatım bana Alain de Botton‘un Çalışmanın Mutluluğu ve Sıkıntısı isimli kitabını hatırlattı.






Atina’da kış aylarında, her ayın ilk pazar günü devlete bağlı müzeler ve arkeolojik alanlara giriş ücretsiz oluyor. Bu günlerde biz de bazen gitmediğimiz müzelere gidiyor bazen de yürüyüş olsun, temiz hava alalım diye Akropolis gibi arkeolojik alanlarda yürüyüş yapıyoruz. Savaş Müzesi, evimize çok yakın olsa da, gitmediğim müzelerden birisiydi. Daha önce gitmeme sebebim fırsat bulamamak değil, daha çok sinirleneceğimi düşünmemden kaynaklanıyordu. Nihayet bu pazar, içimde bir güç toplayınca, müzeye doğru yola koyulduk.












Sayısız kez önünden geçtiğim müze, dışarıdan oldukça ilgi çekici görünen, heybetli bir binaya sahip. Bu yönüyle, hep ilgimi uyandırıyordu. Ancak maalesef, içeriye girdiğimizde çok kötü bir müzecilik örneği ile karşılaşıp oldukça şaşırdık. Üstelik gezdikçe, yazılmış yalan bir tarih ve gereksiz propagandayı gördükçe adım adım sinirlendim. EOKA’yı kahramanlaştıran Kıbrıs bölümünde videolu bir belgesel vardı. Her şeyin çarptırıldığı bu belgeselde, Kanlı Noel’den “önemsiz çatışmalar” olarak bahsediliyordu. En rahatsız olduğum bölüm burası oldu. Bu bölümden yüksek sinirle, bir an önce son katı da gezip ayrılalım diye çıktım. Son katta, Navarin ile ilgili özel olarak hazırlanmış, Navarin’i Yunanistan’ın bağımsızlığının ilk adımı olarak gösteren bir odada şok oldum. Gemi maketleri, donanmaların gemilerine dair teknik bilgiler vs. vardı ama Navarin Deniz Muharebesi’ne dair hiçbir anlatım yoktu; sanki Navarin Yunanlılara ait bir zafermiş gibi algı yaratılıyordu, gerçekten inanamadım. En çok üzüldüğüm şey ne oldu biliyor musunuz? Müzenin Google Haritalar yorumlarında sayısız Türk turist ziyaretçinin, bu müzeye tam puan vermiş ve beğenmiş olmasıydı.
















Hava oldukça güzeldi. Savaş Müzesi’nden çıktıktan sonra yürüyüş için Atina Agorası’na gittim. Akropolis’in gölgesindeki yeşillik alanda, Hephaistos Tapınağı’nın manzarasında keyifli bir yürüyüş yapıp fotoğraf çektim. Eve geldiğimde, bu yazıya hazırlık olması amacıyla son günlerde çektiğim fotoğrafları bilgisayara aktardım ve büyük sürprizle karşılaştım. Yeni kullanmaya başladığım fotoğraf makinesine pek hakim değilim ve maalesef ayarlarını karıştırmışım. Çektiğim tüm fotoğrafları fark etmeden yüksek ISO ile çekmişim ve hepsi felaket görünüyor. Bu yüzden, ilk elin günahı olmaz diyerek fotoğraflar için affınıza sığınıyorum. Gelecek yazılarımı daha güzel fotoğraflar ile zenginleştirebilmeyi umuyorum.
Linkin Park’ın 15 Kasım 2024’te yayınlanan, Chester’ın ardından gelen ilk albümü From Zero, son zamanlarda sıklıkla dinlediğim albümlerden. Albüm haberini ilk okuduğumda oldukça kaygılı olsam da, albümden gelen ilk single olan The Emptiness Machine kaygılarımı biraz dindirmişti. Olumsuz birçok eleştiri olsa da, ben albümü oldukça beğendim. İnişleri çıkışları var elbette ama, Emily Armstrong’un sesine uygun olarak çok güçlü yeni bir zemin oluşturabilmiş olmaları geleceğe dair de umut veriyor. Albümün açılış parçası da olan The Emptiness Machine şu sıralar kafamda çalan parçalardan. Sanki nakaratta az çıkmış, kıtalarda az söylemişler ve bunu bilerek yapmışlar. Bu yüzden öyle bir parça ki, hep daha fazla dinleme hissi uyandırıyor. Bu haftalık yazıma da bu parçayla veda etmek istiyorum.
Murat Yıkılmaz sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.