Kategoriler
Kısa Kısa

Kısa Kısa – 20

Hayat, evren ve her şeye dair kısa kısa notlar…

Son kısa kısa yazımın üzerinden geçen uzun bir zaman diliminin ardından yeniden merhaba. Kendimden, neler yaptığımdan bahsetmeyeli altı ay olmuş. Bu süreçte hayatımda birçok şey değişti elbet ama değişen her şeyin üzerinde pandemi sürecinin ve ülkenin geldiği geri dönülmez bozulmanın etkisini hissediyorum. Sizin de aynı durumda olduğunuza şüphem yok. Bir şeyler için çaba harcarken, bir şeyler ortaya çıkarırken, elimizde olmayan sebeplerden birçok zorluk yaşıyoruz….

Birkaç ay önce yeni bir evde yeni bir hayata başladık. Küçük bir evde üç kişiydik; Kumsal, ben ve kedimiz Turşu. Pandemi sebebiyle zorunlu ihtiyaçlarımız haricinde evden çıkmamaya özen gösterdiğimiz için, aylardır günlerimiz yemek ve kokteyl yapmakla, bir de Turşu’yla oynamakla geçti. Havaların soğuk olması sebebiyle balkonumuzu da yeterince kullanamadığımızdan, iyice sıkıldık. Sezon başlayıp insanlar akın etmeden önce kısa bir tatil yapalım diyerek Turşu’yu anneannesine bıraktık ve Kaş’a gittik.

Geçtiğimiz yıl ağır bir COVID-19 süreci geçirdiğim için, doktorlar ciğerlerimde kalıcı hasar olabileceğinden bahsetmişti. Hem karate hem de dalış hayatım için tehlikeli olan bu ihtimali bir seneye yakın bir zamandır bilinçli olarak göz ardı ediyordum. Kaş’ta dalış yapmak istediğimiz için, hastalığın üzerinden geçen on ayı aşkın sürenin ardından nihayet gerekli sağlık kontrollerimizi yaptırdık ve ne mutlu ki ciğerlerim tertemiz çıktı. Son dalışımın üzerinden 379 gün geçmişken yeniden mavilikle buluştum. Her ihtimale karşı tedbirli olarak yaptığımız ilk dalışta, güzel bir Caretta Caretta ile karşılaştım ve uzunca bir süre yan yana yüzdük. Bu yıl yaşadığım en güzel anlardan birisiydi.

Her yer kapalı olduğu için, dalış haricindeki tatil günlerimizin çoğu manzara izleyerek ve miskinlik yaparak geçti. İstanbul’da da pek farklı olduğumuz söylenemezdi aslında ama, temiz havada denize karşı miskinlik yapmak insanı gerçekten rahatlatıyor. Bir gün, bir kıvılcımla, Kaş’ta yaşadığım süre boyunca gitmeyi ihmal ettiğim Xanthos Antik Kenti’ni gezmeye de gittik. Aslında rotamızda Letoon ve Patara’da vardı ama Ksanthos’taki müzeciliğin yetersizliği daha önceki tecrübelerimizle birleşince, rotamızı kısa kestik. Yine de kalıntılar arasında, insanlardan uzakta, güzel bir doğa yürüyüşü yaptık diyebilirim.

Kaş’taki günlerimiz sona erince, İstanbul’a dönmeden önce yine dalış amaçlı iki günlük bir Marmaris ziyaretimiz oldu. Sessiz, sakin, insanlardan uzak bir koyda dalış yaptık. Dalışlarımızın ardından da güzel bir yemek yedik ve bahçe keyfi yaşadık. Ağaçlardan ilaçlanmamış, doğal portakallar koparıp yedik ki, uzun süredir en keyif alarak yediğim şeydi sanırım. Şimdi, evde oturup baktığımda güzel gelen bu anılar yaşandığı günün hemen ertesinde, uçak yolculuğunda yerini dikkat ve tedirginliğe bıraktı tabii. Yolculuğumuz, aman hasta olmadan evimize girelim düşüncesiyle geçti.


Evde uzunca bir süre yalnızca dizi izleyip, film izlemeyi oldukça ihmal ettik. Arka arkaya üç dizi izlediğimiz maraton, son yılların en beğenilen bilim kurgu dizilerinden Westworld izle başladı. Anthony Hopkins’in de yer aldığı dizi, ilk sezonuyla büyüleyici bir açılış yapıyor olsa da, devam eden süreçte senaryosunun üzerinde fazla düşünülmeden oluşturulduğu düşünüyorum. İkinci sezonda etkisini yitirip sıradanlaşırken, üçüncü sezonda Aaron Paul‘un da katıldığı kadrosuyla tamamen birkaç karakter üzerinden ayakta tutulmaya çalışılan sıradan bir hale dönüşüyor. Dizinin yapımcıları Lisa Joy ve Jonathan Nolan, bu durumun farkında olduklarını tarihi henüz kesinleşmeyen dördüncü sezonda dizinin çok daha farklı olacağını söylese de, benim pek inancım yok.

Lise yıllarımda izlediğim ve o dönemde çok sevdiğim Heroes‘u yeniden izledik. Dizi birçok mantık hatasına ve komik bir görsel kaliteye sahip olsa da, garip bir şekilde izleyiciye kendisini sevdirmeyi halen başarıyor diyebilirim. Karakterlerin doğallığı ve başarılı oyunculuklar sebebiyle, ilerleyen sezonlarda saçmalayan konularına rağmen diziyi izlemeyi bırakamadık. Ardından izlediğimiz, 2015 yılında gelen ve bir sonraki jenerasyonu anlatan Heroes Reborn‘da ise maalesef aynı hissiyatı yaşayamadık.

Netflix‘in geçtiğimiz yıl başlayan Snowpiercer isimli dizisini izliyorum. Le Transperceneige isimli çizgi romana ve oldukça övülen Kore filmi Snowpiercer (2013)‘a dayanan dizi, ilk bir-iki bölümüyle bende merak uyandırmıştı. Merakımı gideren birkaç bölümün ardından oldukça saçma bulsam da başladığım için bırakamıyor ve izlemeye devam ediyorum. Geçtiğimiz ay başlayan ikinci sezonda diziye katılan Sean Bean bile dizinin vasat havasını değiştirmeye yetmedi. İzlemeye devam etmek için tek motivasyonum Sean Bean’in nasıl öleceğini görmek diyebilirim. Kısacası Snowpiercer, Netflix’te karşınıza çıkarsa, uzak durmanız gereken bir yapım.


Dizi maratonunu tamamladıktan sonra, filmlere geri döndük. Son zamanlarda izlediğim filmlerden en beğendiklerim, Intouchables (2011), The Truman Show (1998) ve Soul (2020) oldu. Gerçek bir hikayeden uyarlanan Intouchables, geçirdiği yamaç paraşütü kazası sonrası felç kalan bir aristokratın, işe aldığı genç bir bakıcı sayesinde yeniden hayata tutunmasını konu alıyor. Samimiyeti ve esprili diliyle gülümsetirken, izleyicinin engelli insanlara bakışını da gözden geçirmesini sağlıyor. Henüz izlemediyseniz, ilk fırsatta izlemenizi tavsiye ederim.

Jim Carrey‘nin başarılı oyunculuğuyla klasikleşen filmlerden The Truman Show ise, tüm hayatının bir TV programı olduğunu keşfeden bir sigorta satıcısının hikayesini anlatıyor. Thomas More‘un Utopia‘sıyla kesişen noktaları ve 1998 yılından insanların sosyal medyada hayatlarını sürdüğü günümüze kehanet sayılabilecek bir bakış atmasıyla dikkat çekici bir yapım olarak klasikler arasında kabul ediliyor.

Pixar‘ın 2020 yılındaki iki animasyon filminden biri olan Soul, ünlü bir caz piyanisti olma hayali kuran Joe Gardner isimli ortaokul müzik öğretmeninin hikayesini anlatıyor ve birçok yönden en sevdiğim animasyonlardan biri olan Inside Out (2015) filmine benziyor. Her iki filmin de hem yazar hem de yönetmen koltuğunda oturan Pete Docter‘ın etkisi olduğunu düşündüğüm bu durumun filmi biraz özgünlükten uzaklaştırdığını düşündüğüm için puan kırsam da, izlemesi keyifli bir animasyon diyebilirim.

Sosyal ağların insanlar üzerindeki etkisini teknoloji uzmanlarının gözünden anlatan The Social Dilemma, bu yönde dikkat çekici bir yapım olsa da, Netflix yapımı olması sebebiyle tarafsızlık konusunda güven vermeyen bir yapımdı. Her gün saatlerce elimizde tuttuğumuz tehlikenin bir kez daha farkında olmak için izlenebilecek, kısmen başarılı bir belgesel.

Martin Scorsese‘nin Leonardo DiCaprio ve Matt Damon‘ın başrollerini paylaştığı The Departed’ı uyarladığı Mou gaan dou, polis departmanındaki bir köstebek ile mafya içerisindeki bir gizli polisin hikayesini anlatıyor. Ülkemizde de İçerde isimli diziye ilham olan filmde, bilinen hikaye Kore usulüyle, her iki uyarlamadan çok daha yalın ve sert bir biçimde işleniyor ve sonuyla dikkat çekiyor.

Senaryosu Coen kardeşler tarafından yazılan, yönetmen koltuğunda Angelina Jolie‘nin oturduğu Unbroken, Mai wei (2011) gibi benzer esirlik hikayelerini anlatan çok daha kaliteli yapımlar olduğu için hayal kırıklığına uğradığım bir filmdi. Başrollerinde Keanu Reeves, Al Pacino ve Charlize Theron‘un yer aldığı 1997 yapımı The Devil’s Advocate de kadrosu sebebiyle merak duyup izlediğim kötü bir yapımdı. Wonder Woman 1984 içinse, etkileyici sahnelere sahip olsa da diğer süper kahraman filmleri içerisinde yer edinmeyecek, ergenlik çağındaki kız çocuklarını hedefleyen, zayıf senaryolu bir yapım diyebilirim.


Uzun süredir çalışmaktan kitap okumaya fırsat bulamıyorum. Aslında zaman yaratıyorum ama yarattığım zamanlarda zihnimin yoğun oluşu sebebiyle ya konsantre olamıyorum, ya da yeteri kadar istemiyorum. Bu yazı, kitaplardan bahsetmediğim ilk kısa kısa yazısı olacak sanıyorum. Son zamanlarda okuduğum, aklımda kalan tek kitap Jak Deleon’un Beyoğlu’nda Beyaz Ruslar isimli eseri oldu. Son birkaç gündür de elimde iki kitap gidip geliyor; İlber Ortaylı‘nın Bir Ömür Nasıl Yaşanır? ve Alain de Botton‘un Çalışmanın Mutluluğu ve Sıkıntısı kitaplarını okuyorum. Bitirdiğimde bunlara dair bir şeyler paylaşmaya çalışacağım.


Yazımın başında evde üç kişiydik demiştim ya, tatilden döndüğümüzden beri dört kişi olduğumuz içindi. Turşu’ya oyun arkadaşı olarak Fıstık ismini verdiğimiz kızımız da ailemize katıldı. Sokakta enfeksiyon kaptığı için biz tatil yaparken o veterinerde tedavi oluyordu; iyileşti ve artık bizimle. Yasakların kalkmasıyla beraber İstanbul’un insan kalabalığını gördükçe, evden çıkmak istemiyoruz. Bir an önce havaların ısınması ve balkonda, açık havada vakit geçirebilmek en büyük isteğimiz. Bahar havası beni daha çok okumam ve buraya daha çok yazı yazmam konusunda teşvik eder diye umuyorum.

Daft Punk’ın dağılma haberine üzüldüm. Gerçek mi yoksa bir pr çalışması mı bilmiyorum ama pr çalışmasıysa kesinlikle işe yaramıştır. Haberi okuduğum günden beri Daft Punk şarkıları dinleyip duruyorum. Bir tanesini, bir sonraki yazıma kadar dinlemeniz için bırakarak elveda ediyorum.

Bir Cevap Yazın