Kategoriler
Kısa Kısa

Kısa Kısa – 19

Son zamanlardaki maceralarıma, gözlemlerime, izlediklerime, okuduklarıma, dinlediklerime ve diğer şeylere dair kısa kısa notlarım.

Korona sebebiyle tüm planlarım değişince, (daha doğrusu ortadan kalkınca) Kaş’ta kalan eşyalarımı almak için zorunlu olarak seyahat etmem gerekti. İstanbul’da evde kalmaktan o kadar sıkıldık ki, bu seyahati bayramdan önce yapıp, kalabalıktan mümkün olduğunca uzak küçük bir tatil yapmak istedik. Bir haftalık Kaş ziyaretimizde dalış yapamadığımız için Demre ve Kekova’da tarihi geziler yaptık. Hava sıcak olsa da, yürümeye, yüzmeye, gezmeye olan açlığımız sıcak dinlemeyecek kadar fazlaydı.

Noel Baba olarak bilinen St. Nicholas’ın Kilisesi, Myra Antik Kenti, Alakent Kilisesi ve Andriake Antik Kenti içerisinde bulunan Likya Uygarlıkları Müzesi, Demre’de gezdiğimiz yerlerdi. Her biri tarihi olarak büyük bir öneme sahip, turistik açıdan değerli yerler olsalar da, burada yapılan çalışmalar ve ortaya çıkarılanlar bize çok yetersiz geldi. Özellikle müzedeki vasat sergileme ve bilgisi olan ancak kendisi yerine taklitleri bulunan önemli eserler (orjinalleri nerede kim bilir, o da yazmıyordu) bizi çok üzdü.

Kekova – Batık Şehir tekne turu da tarihi olarak aslında beklediğimiz gibi değildi. Her gün birçok teknenin çıktığı bu turlar da, daha çok insanların koylarda yüzmek için katıldığı bir aktiviteye dönüşmüş. Biz de bol bol yüzdük, Kaleköy’e çıktık, manzara eşliğinde dondurma yedik ve keyifli bir gün geçirdik… Kaş’ta geçen günlerim ise çok daha durağandı. Kış aylarındaki sakin yaşamından sonra yaz aylarında dalış haricinde benim için pek cezbedici bir şey yoktu diyebilirim. Gürültülü kalabalıklar ve sıcak bir arada çekilmez olduğu için sakin ve boş yerlerde pinekleyerek, yemek yiyerek ve dinlenerek vakit geçirdik.

Antikor testlerine güvenmiyor oluşumuz sebebiyle test yaptırmıyor ve yeniden hasta olabilirmiş gibi, kendimizi mümkün olduğunca korumaya çalışıyoruz. Seyahatimizde, hava alanına adım attığımız ilk anda bu konuda ne kadar doğru davrandığımızı bir kez daha görmüş olduk. İnsanların davranışları maalesef ki halen çok bilinçsiz ve bunun farkında olan devletin de gerekli tedbirleri almıyor oluşu kabul edilemez bir durum. Bizzat yaşamış ve farklı hastanelerdeki durumları görmüş kişiler olarak açıklanan rakamların gerçek olmadığını da biliyoruz. Bu ikisi bir arada devam ederse, yani insanlar ve devlet el ele virüsün yayılımında rol oynamayı sürdürürse, yakın gelecekte çok daha karanlık bir dönem yaşayacağız gibi görünüyor.. Bu yüzden döndüğümüzden beri zorunlu durumlar dışında dışarıya çıkmamayı sürdürüyoruz.


Son dönemde sırf merakımdan dolayı sıkça kötü film izledim. Bu da yetmiyormuş gibi, iyi bir film izleyeceğimi umarak seçtiğim birçok filmi de yeteri kadar beğenmedim. 11’e 10 Kala (2009), Candy (2006) ve Le Redoutable (2017)‘yi bunlara örnek olarak gösterebilirim. Charlize Theron‘un son filmi The Old Guard (2020)‘ı kendi içerisinde tutarlı bir dünya yaratmış ve devam filmine ışık yakmış olmasıyla beğensem de, beklentimin altında kalan bir film olduğu için bu üçlünün yanına koyuyorum. Beklentimi karşılamayan bu filmler yüzünden son günlerde bir şeyler izleme konusunda pek istek duyamıyorum.

Stop motion tekniğiyle çekilen kısa animasyon Ce magnifique gâteau! (2018), izlediklerim arasında açık ara en beğendiğim filmdi. Yönetmenliğini Emma De Swaef ve Marc James Roels ikilisinin yaptığı bu antoloji filmi, 19. yüzyılın sonlarında sömürgeciliğin hüküm sürdüğü Afrika’da geçiyor ve 5 farklı karakterin hikayesini anlatıyor. Sorunlu bir kralın, lüks bir otelde çalışan orta yaşlı bir Pigmenin, başarısız bir işadamının, kayıp bir hamalın ve genç bir asker kaçağının komik maceraları üzerinden sömürgeciliğe dair ciddi bir eleştiri izliyoruz.

Gael García Bernal‘ın yer aldığı yapımları fırsat buldukça izlemeye çalışıyorum. Genç yaşına rağmen oynadığı o kadar çok dizi ve film var ki, hepsini izlemem uzun bir zaman alacak gibi görünüyor. Bu yüzden önceliğim yönetmen Pablo Larrain‘in ile yollarının kesiştiği üç filmiydi. Bunlardan ikisini, No (2012) ve Neruda (2016)‘yı daha önce izlemiştim, son filmleri Ema (2019)‘yı ise henüz izleme fırsatı bulabildim ve beğendiğim filmlerden birisi oldu. Bernal’ın Charlotte Gainsbourg ile beraber oynadığı Michel Gondry filmi La science des rêves (2006)‘de beğendiğim bir diğer filmdi.

Paolo Sorrentino filmi Youth (2015), harika diyalogları, oyunculukları, müziği ve atmosferiyle, ayrıca parantez açmak istediğim bir film oldu. Michael Caine, Harvey Keitel ve Rachel Weisz‘in rol aldığı film Alplerde, benzersiz bir manzaranın ortasındaki elit bir otelde geçiyor. Huzur dolu bu filmde, yönetmen gençlik ve yaşlılığa dair tespitlerini komik diyaloglar, imgeler ve simgeler üzerinden anlatıyor. Bu karışık anlatım biçimi filme güzel bir hava katmış olsa da, yoğunluğu ve yol açtığı senaryo kopuklukları filmi çok iyi olmaktan birkaç adım geriye götürüyor.


Suzanne Collins‘in son kitabı Kuşların ve Yılanların Şarkısı‘nı nikayet okuma fırsatı bulabildim. Kitap, en iyi fantastik kitap serilerinden birisi olarak gördüğüm Açlık Oyunları Serisi‘nin dördüncü kitabı olarak yayınlanmış olsa da aslında seriden 64 yıl öncesini, 12. Açlık Oyunlarını konu alıyor. Seride Başkan Snow olarak tanıdığımız Coriolanus Snow‘un gençliğini anlatan kitap, karakterin nasıl yükseldiğine ve Açlık Oyunları’nın nasıl kurulup geliştiğine ışık tutuyor. Devamı da gelecek gibi görünüyor. Yani, seriyi etkileyecek yeni olayları değil, etkilemiş olan olayları görüyoruz; yazar Star Wars’un ilk ve ikinci üçlemesi gibi bir yapı oluşturuyor.

Açık ara serinin en beğendiğim kitabı olan Kuşların ve Yılanların Şarkısı içerisinde yazar, kötü bir karakter olarak bildiğiniz Snow’a empati kurdurabilecek kadar güçlü bir dil ve anlatım kullanarak salt maceradan ziyade, Açlık Oyunları fikrinin arkasında yatan düşünceleri karakterin yaşadıkları üzerinden okuyucuya aktarıyor. Bu aktarımın ve empatinin sonucunda karakteri anlamaya başlığınızı fark ediyor ve zaman zaman sempati duyuyorsunuz. Kötü bir karaktere bunu yapabilmek ve okuyucuyu bununla bir yandan rahatsız ederken bir yandan da macera içerisinde zevk almasını sağlayabilmek büyük bir ustalık.

Son zamanlarda fırsat buldukça Roald Dahl‘ın Can Yayınları tarafından uzun yılların ardından yeniden basılan kitaplarını okuyor ve burada da kitaplar hakkındaki görüşlerimi (Oswald Amcam ve Öptüm Seni) paylaşıyorum. Birkaç gündür de elimde Senin Gibi Biri var ve tüm hikayeleri tek seferde okuyup bitirmemek için kendimi zor tutuyor, elime alıp bir hikaye okuduktan sonra kitabı bırakıyorum. Bitirdiğimde kitap ile ilgili bir yazı yazacağım ama dikkatimi çeken başka bir şey olduğu için kitap üzerinden bir konuya değinmek istedim. Kitabın ilk sayfalarında yer alan “Roald Dahl’ın Can Yayınları’ndaki diğer kitapları” başlıklı listede Mayıs 1998’de ilk ve tek baskısı yapılan Kancık (Switch Bitch) isimli kitabını göremedim. Ya baskısı olmadığı için yer vermek istemediler, ya unuttular, ya da ülkenin içinde bulunduğu durumu göz önüne alarak yayınevinin kendi kendine uyguladığı bir sansür söz konusu… Umarım ilk ve ikinci saçma gerekçelerden birisidir de, üçüncüsü değildir.


Bahçede calicivirus enfeksiyonu kapmış, gözlerini kaybetmek ve belki de ölmek üzere olan üç minik kedi bulduk. Her birini sırayla alıp veterinere tedaviye götürdük. Anneleri tarafından dışlanan ilk ikisini almak kolay olsa da, mama verdiğimiz için güçlenen ve annesinin inatla bırakmak istemediği üçüncüyü almamız uzun sürdü. Bir haftalık tedavilerinin ardından veterinerden taburcu oldular ama ilaç tedavilerine devam edilmesi gerektiği için iki hafta evde misafir etmeye karar verdik. Göz damlaları, şırıngayla ağızlarına verdiğimiz ilaçları, mamalarına karıştırdığımız vitaminleri derken kendimi çocuk provası yaparken buldum, çok zormuş.


Evde canım sıkıldığında bazen, Just Dance videoları eşliğinde dans ederek vakit geçiriyorum. Çok sık yapmasam da, aslında her gün bir rutin haline getirebilmeyi umduğumda keyifli bir aktivite diyebilirim. Hem eğleniyor hem de hareketsiz kalmamış oluyorum. Tavsiye ederim.

Bir Cevap Yazın