Kategoriler
Kısa Kısa

Kısa Kısa – 23

Hayat, evren ve her şeye dair kısa kısa notlar…

Son kısa kısa yazımın üzerinden iki aya yakın bir zaman geçti. Bu diziyi aslında haftalık olarak, düzenli bir şekilde yazmak istiyorum ancak başaramıyorum. Tam evde rutin bir düzene girmişken, bir anda beklenmedik koşuşturmalar başlıyor. Okuyup yazdığım günler bir anda keşmekeş günlere dönüşüyor. Yalnız bu sefer bu kargaşadan ve yazamamaktan mutsuz değilim. Bilakis, belki de hiç olmadığım kadar mutluyum. Dünyanın en güzel kadınıyla evlendim. Düğün gibi şeyler pek bize hitap etmediği için, sade bir nikah yapsak da, sonrasında eğlenmekten geri durmadık. Arkadaş ziyaretleri, küçük kutlamalar, ev işleri vs. derken, evdeki rutinime dönmem oldukça uzun sürdü. Maalesef ki bu dönüşüm de pek kalıcı görünmüyor. Hayatımda, daha sonra uzunca değinmek istediğim bazı önemli güncellemeler olacak gibi…

Bu yazamadığım uzun dönemde öncelikle değinmek istediğim, beni çok mutlu eden bir konu var. Üzerinden bir ay geçmiş olsa da, hatırlatmak istiyorum. Olimpiyatlarda ilk kez yer alan karate branşında, sporcularımız inanılmaz bir başarıya imza attılar. 1 Gümüş, 3 Bronz madalya kazandık. Çok daha fazlasını yapabilme potansiyelleri olduğunu bilen birisi olarak, içim biraz buruk olsa da, bu başarının büyüklüğünü takdir etmeden geçmemek gerektiğini düşünüyorum. İstisnasız her maçı büyük bir heyecanla takip ettim. Özellikle Eray’ın olimpiyat sürecini yakından bildiğim için, en heyecanlandığım ve en çok gurur duyduğum maçlar onun oldu. Olimpiyatlarda sikletlerin birleşmesi sebebiyle, final maçında müsabaka yaptığı Fransız sporcu Steven Da Costa, fiziksel olarak ondan daha avantajlı bir rakipti. Eray bu dezavantaja rağmen harika bir mücadele ortaya koydu. Bu kez olmadı ama, karate branşımız Paris Olimpiyatları’na alınırsa, ülkemize bir altın madalya getireceğine yürekten inanıyorum.


Bu aralar elime aldığım roman ve hikâye türü kitapların hiçbirinde beni etkileyecek, bir şeyler bulamadım. Daha önce bahsettiğim üzere, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’nın Türk Edebiyatı Klasikleri Dizisi‘ni okumaya devam ediyorum. Samipaşazade Sezai, Ömer Seyfettin ve Muallim Naci okuduğum yeni yazarlar oldu. Samipaşazade Sezai’nin edebiyatımızdaki ilk modern hikâyeleri içeren Küçük Şeyler isimli kitabını beğendim. Kediler gibi bazı minimal hikâyeleri özellikle hoşuma gitti. Sergüzeşt ise, konusu itibariyle dikkat çekici olan ancak edebiyatımızın sıkıcı romantizm akımından kurtulamayan içeriğiyle başarısız bulduğum bir roman oldu.

Ön yargılı olduğum yazar Ömer Seyfettin‘in ilk dönem hikâyelerini içeren Bahar ve Kelebekler‘de henüz milliyetçiliğe kendini kaptırmamış bir yazar vardı. Üslubu henüz oturmamış olmasına karşın, birçok farklı konuyu işlediği hikâyeleri kısmen beğendim. Bu kitapta kronolojik olarak sıralanan hikayelerin yalnıza sonuncularında milliyetçilik kendini göstermeye başlıyordu. İkinci dönem hikâyeleri diyebileceğimiz Primo Türk Çocuğu‘nda ise milliyetçiliği, hatta bunun da ötesinde, öfkesi ve şiddeti fazlasıyla ortaya çıkmıştı. Bu kitapta üslubuyla güçlü bir yazar olarak dikkat çekse de, hikâyelerin işlenişi ve ardındaki düşünceler sebebiyle kitabı beğenmedim. Muallim Naci‘nin çocukluk anılarını yazdığı, edebiyatımızdaki ilk çocukluk ve gençlik anılarından kabul edilen kısacık eseri Ömer’in Çocukluğu da içeriği sebebiyle beğenmediğim bir diğer kitaptı.

Daha önce birçok kitabını okuduğum ve sevdiğim yazar John Berger, Hayvanlara Niçin Bakarız? ile beni ilk kez hayal kırıklığına uğrattı. Kitabın ismi sebebiyle beklentim, evcil hayvanlarla ilişkilerimizi sorguladığı ve değerlendirdiği denemeler bulmaktı. Buna karşın kitapta bu basit beklentiyi bile karşılayamayan, oldukça karışık ve bir konu etrafında zorla bir araya getirilmeye çalışılan metinler buldum. Sessizliği Dinle, uzun yıllardır okunacaklar listemde olan ancak nereden ve nasıl bularak eklediğimi pek hatırlamadığım bir romandı. Bir sahaf gezisi sırasında alıp, ilk fırsatta okudum. Marcia Muller‘in Sharon McCone Serisinin ortasından bir kitap olduğu için, tüm yönleriyle anlayamadığım bazı noktaları vardı. Yine de, güçlü bir kadın karaktere sahip olan, hızlıca akıp giden, gerilim dozu ustaca kurgulanmış bir roman olduğunu belirtmeliyim. Birkaç saatte, elimden bırakmadan bitirdim.

Dalgıçlar, bir doğum günümde, ismi sebebiyle beğenileceğim düşünülerek hediye edilmişti. Kitaplığımda bir an dikkatimi çekince, elime alıp okumaya başladım. Denize olan tutkusuyla beni kendine çeken, merak duyduğum yazar Cevat Şakir Kabaağaçlı ile ilk tanışmam oldu. Balıkçı’nın biraz serserice bulduğum üslubunu beğendim ve diğer eserlerini okumak istediğime karar verdim. Dalgıçlar’ı ise, içerisindeki hikâyelerin büyük bir bölümünün hurafe olması sebebiyle beğendiğimi söyleyemeyeceğim. Agatha Christie‘nin Hercule Poirot Serisi içerisindeki tüm kitapları severek okuyor ve fırsat buldukça buraya yazıyorum. Sessiz Tanık ve Nil’de Ölüm aslında daha önce okuduğum ancak buraya yazmaya fırsat bulamadığım romanlardı. Yazmadan önce yeniden bir tarama okuması yaptım. Önümüzdeki yıl Kenneth Branagh tarafından uyarlanan sinema filmini de izleyeceğimiz Nil’de Ölüm, dizi içerisindeki önemli maceralardan.


Başrollerinde Jeff Bridges ve Robin Williams’ın yer aldığı The Fisher King, yaptığı bir hata sebebiyle bunalımda olan eski bir radyo DJ’inin, bir anda karşısına çıkan, deli görünümlü bir evsizle olan ilişkisi üzerinden ilerliyor. Konu ve oyunculuklar güzel olsa da, içerdiği dini ve gerçeküstü yön bu güzellikleri biraz törpülemişti. Artık yaşlanmaya başladığım için mi, yoksa gerçekten filmler mi kötü olmaya başladı bilmiyorum ama Marvel ve DC evrenlerinden eskisi kadar keyif alamıyorum. Black Widow‘u Scarlett Johansson’ın son Marvel filmi olması sebebiyle izledim. Oyunculuk ve aksiyon dozunu beğensem de, senaryo ve kurgusu sınıfta kalmış bir yapım. İlk filmden oldukça farklı bir tonda olan The Suicide Squad, bir yönden keyifli gelse de, genel itibariyle ben ne izliyorum? düşüncesini aklınızdan çıkarmayan bir film. Lux Æterna‘yı izlemeden önce, Gaspar Noé’nun kötü bir filmi olduğunu söyleseler inanmazdım. Baatrice Dalle ve Charlotte Gainsbourg’un cadılar hakkındaki bir film setinden manzaralar sunduğu film, rahatsız edici bir karanlıktaydı. Bir film setine yönelik deneme niteliğindeki temasını da beğenmedim.

Küçükken her sabah çalar saatle uyanıp izlediğim Rurôni Kenshin, yıllar geçse de hayatımdaki en önemli kurgusal karakter. Keishi Ohtomo‘nun beş filmlik uyarlama dizisinin son iki filmi olan Rurôni Kenshin: Sai shûshô – The Final ve Rurôni Kenshin: Sai shûshô – The Beginning‘i büyük bir merakla izledim. Kenshin’in ana macerası olan Makoto Shishio mücadelesinden sonrasını anlatan The Final’ı oldukça eksik buldum. Hikâyeyi bir anda çok geriye sarıp, her şeyin başlangıcını aktardığı The Beginning ise beklemediğim kadar güzel bir filmdi.

Spy Game, ne izleyelim diye IMBD’de vakit geçirirken karşımıza çıkan bir filmdi. Bazı oyuncuları sevdiğimiz için, izlemediğimiz filmlerini ara ara izliyoru. Bu filmi de Brad Pitt‘in başrolünde olduğunu görünce izleyelim dedik. Kurgusu ve zaman yönetimiyle dikkat çekici bir yapımdı ancak konusu itibariyle klasik bir Amerikan casusluk filminden öteye geçemiyor. Un divan à Tunis, MUBI’nin önerisiyle dikkatimi çekti. Fragmanını komik bulduğum filmi izlerken de oldukça eğlendik. Manele Labidi, bu ilk uzun metrajlı yönetmenlik deneyiminde kültürel bir yapım ortaya koymuş. Film, Paris’te geçirdiği yılların ardından kendi kliniğini açma umuduyla Tunus’a geri dönen Selma isimli psikoterapistin yaşadıklarını anlatıyor. Arap kültür ve yaşamına komik göndermelerle eleştiride bulunuyor.


Şu sıralar, fırsat buldukça İstanbul’u gezmeye, çeşitli etkinliklere katılmaya çalışıyoruz. Son zamanlardaki ziyaretlerimden bazılarına kısaca değinmek istiyorum. Daha önce İstanbul Arkeoloji Müzileri‘ne gitme fırsatı bulamamıştım. Osman Hamdi Bey’in önderliğinde kurulan müzenin içeriğinin yanı sıra, Alexandre Vallaury tarafından tasarlanan binasını da oldukça merak ediyorum. Birçok kişinin eleştirdiği mimarı ben tanıdığım kadarıyla beğeniyorum. Müze için yaptığı binayı da çeşitli yönleriyle inceledim ve beğendim. Müze içeriği içinse maalesef aynı şeyi söyleyemeyeceğim. İskender Lahdi gibi hem önemli hem de ziyaretçilerin gerçekten gözlerini dolduran bir esere sahip böyle önemli bir müzede, müzeciliği yok denilebilecek kadar yetersiz buldum.

Müzeye gitmeden önce, uzun süredir bölgede gezmediğim için Cağaloğlu çevresinde biraz dolaşarak, meydana oradan indim. Meydan polis tarafından kapatılmıştı. İnsanlar yalnızca tekbir noktadan, x-ray cihazından geçirilerek ve kontrol edilerek meydana alınıyordu. Birçok turist grubunun bu duruma şaşırdığını ve anlamaya çalıştığını gördüm. Kadın bir turistin, bariyerlerin arkasında duran polise sürekli olarak burası güvenli mi diye sorduğuna da şahit oldum. Polis, kadının ne demek istediğini iki saat anlayamadı. Ardından kadın, bomba mı var, neden burasınız? diye sordu. Polis bomba kelimesini seçip bir an ciddileşti. Kadını dikkatli dinledi, sorusunu anlayarak alanın güvenli olduğunu söyledi ve girişe yönlendirdi. Elbette ki, alan güvenliyse sen neden burasın? bakışlarını anlamadı. Ülkenin en önemli turistik yerlerinden birinde neden bu kadar çok polis var? Neden insanlar kendini güvende hissedemiyor? Bir yerde polisin olması ve alanın kapatılması orayı güvenli kılmıyor; oranın güvensiz olduğu hissini doğuruyor. Kendimizi bir turist yerine koyup düşünmek gerek. Ülke güvenliğini böyle sağlanmaz..!

İsrailli bir misafirimiz ile, Kariye Müzesi’ni ziyarete gittik. Yapının Ayasofya gibi camiye çevrildiğine dair haberleri okumuştum. Haritalarda da açık olduğu görünüyordu. Gittiğimizde ise restorasyonda olan(!) kapalı bir yer ile karşılaştık. Çevredeki esnafla yaptığımız sohbetten anladık ki, sözde camiye çevrilen yapı hiçbir zaman açılmamış. Geçtiğimiz yıl haberler çıkmış, cuma namazı kılınacakmış ama son anda vazgeçişmiş. O gün bugündür de yapının akıbeti belirsiz, bir restorasyondur sürüyor… Çevredeki esnaf da kepenkleri indirmiş, bunun sorumlularına saydırıp duruyor. Anladınız işte… Şimdi buraya Kariye Camii mi diyelim, müze demeye devam mı edelim? Bilemiyorum.

Kariye’nin kapalı olduğunu görünce, surları biraz dolaştıktan sonra yakındaki bir başka yere, Tekfur Sarayı Müzesi’ne gittik. Son restorasyonu İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılan bu müzeyi de hem restorasyon hem de müzecilik yönünden vasat bulduk. 65 yaşındaki misafirimiz, olan ama çalışmayan, hatta bize hiçbir zaman çalışmadığı söylenen asansörü kullanamadığı için katları dinlenerek tırmandı. Tarihte hayvanat bahçesi de olmak üzere birçok farklı amaçla kullanılan yapı, yalnızca bir cam ve çini atölyesi yönüyle yansıtılıyor. Elektronik bilgi ekranları çalışmıyor, çalışanların sesleri ise duyulmayacak kadar az. İBB’nin övünerek yaptığı restorasyon buysa, ne bileyim…


Bu tatsız gezilerin ardından, güzel bir etkinlik mekanından bahsetmek istiyorum. Beykoz Kundura‘nın Bir Yaz Gecesi Festivali çerçevesinde, Baba Zula’nın canlı müziği eşliğinde, Georg Wilhelm Pabst’ın 1928 yapımı Abwege isimli filmini izledik. Mekâna, Beşiktaş’tan sunulan ücretsiz tekne ulaşımı ile, boğaz manzarası izleyerek ulaştık. Teknenin motor sesinin fazla olması sebebiyle biraz rahatsızlık duysam da, ilk kez gittiğim etkinlik mekanını gördüğümde oldukça keyiflendim. Hiç beklemediğim kadar güzel, huzur dolu bir atmosferdi.

Güzel bir yaz akşamında, deniz kıyısında, yeşil ve temiz bir alanda keyifli vakit geçirdik. Ses sistemi kötü olsa da, Baba Zula’nın müziği güzeldi. Ekinlik mekanındaki yiyecek ve içecek seçenekleri çok fazla olmasa da, fiyat açısından oldukça makuldü. İstanbul’da keyifli vakit geçirebileceğiniz bir yer arıyorsanız, tavsiye edebileceğim bir etkinlik mekanı diyebilirim. Biz bir kez daha ziyaret etmek adına, 18 Eylül’de İstanbul Caz Festivali kapsamında gerçekleşecek olan Gece Gezmesine de bilet aldık.


Youtube’da My Analog Journal isimli harika bir kanalla karşılaştım. Tuna Erlat’ın projesi olan kanalda, Hem Tuna’nın hem de onun kanalına misafir olan farklı kişilerin sayesinde spesifik olarak seçilmiş, belirli dönemlere ait müzikler dinleyebilirsiniz. Dahası, onun bu işi nasıl yaptığına dair videosunu izleyerek, siz de kendi kayıtlarınızı alabilirsiniz. Tony Higgins’in Japon caz müziklerini çaldığı kayıt benim favorilerimden.

Bir Cevap Yazın